Niçin yaşıyoruz?
Nasıl yaşıyoruz?
Kimlerle ve nerede yaşıyoruz?
Tüm bu soruları tüm kötümserliğimle sorup duruyorum kendime bu sıralar. İster istemez soruyorum. Sormama vesile oluyorlar. İster istemez.
Yaklaşık bir hafta önce, Soma’da, yüzlerce işçi birileri daha çok para kazansın diye öldü. Açlık sınırının altında ücret karşılığında helal para kazanmak niyetiyle kapkaranlık bir yere girdiler. Bir daha güneşi göremediler. Birileri daha çok para kazansın diye. Birileri daha çok para kazanıp, daha çok yavşayıp daha çok ihale alsın diye.
Geriye en değerlisini yitirmiş aileler kaldı. Anneler, babalar, eşler, çocuklar, kardeşler…
Tek sebep var aslında. Doymak bilmez para hırsı. Para!
Sözüm yarası olana.
Hani şu birçoğunuzu karaktersiz yapan.
Hani şu karşılığında iyi domates vermeniz gerekirken ezilmişlerini ya da çürüklerini seçtiğiniz para. Oysa aldığınız para çürümüyordu!
Hani şu 5 yıl kullanılması beklenirken ikinci yılında sürekli arızalanan cihazlar verdiğiniz para. Oysa aldığınız para bozulmuyordu!
Hani şu iyice muayene ederek doğru ilaçları ve tedaviyi vermeniz gerekirken keyfinize göre muayene edip size bir şeyler sunan ilaç şirketlerinin vermenizi istediği ilacı verdiğiniz para.
Kısacası, sizi siz olmaktan çıkaran para!
Soma’ya dönelim. İnsanlar öldü. Adam gibi yas bile tutamaz olduğumuz ve her geçen gün tiksindiğim insanların sayısının arttığı, hetr güzelliğine güç sahiplerinin tecavüz ettiği ülkemin “duyarlı” insanları Soma için protesto eylemleri yaptılar.
Sözüm yarası olana.
Hani şu sizi en güzel ya da en şık gösteren ama mutlaka siyah kıyafetiniz ve siyah pahalı gözlüklerinizle gittiğiniz eylemler. Gördüğünüz kameralara sırıtarak poz verdiğiniz protestolar işte. Aslında kameralara duyarlıydınız, ben acıya sandım. Sırf sizin gibiler yüzünden çıkıp bağıra çağıra içimi dökemedim o emekçilere!
Bu arada din tüccarları da boş durmadı tabii ki. Okuduğumuz duaları bilmem kaç bilmem kaça gönderip kısa mesajla Soma’ya destek olmamızı istediler. Allah ıslah etsin!
Tüm bunlar olurken İsviçre saatlik asgari ücretin 25 dolar yani 50 küsur lira olup olmamasını sordu halkına. Halkı istemedi.
Kişisel gündemim de ülke gündemi gibiydi.
Bir gece dışarıdan zayıf miyavlama sesinin peşine düştüm. Sanırım bir ya da iki haftalık üç kedi yavrusunu yalnız buldum. Yumurta sarısı, süt, margarin ve şekerden oluşan anne sütüne en yakın olabilecek yemeklerini yedirip ertesi gün bulduğum yerin 100 metre ötesindeki annelerine kendilerini teslim ettim. Vicdanım rahatladı.
İnternet sitesi yapmamı isteyip baştan fiyatını bilen ve beni çok sevenlerden emeğimin ücretini almayı hâlâ başaramadım. Ama şehrin pahalı mekânlarındaki eğlencelerini Facebook’ta beğendim.
Facebook hesabı açmayı bile bilmeyen hatta e-posta hesabı açmayı başaramayan bir “ağabey” 250 lira karşılığında sosyal medya danışmanlığı hizmeti vermemi istedi. Şaka sandım. Değilmiş.
Partisine gönül veren değerli bir insanın partisinde sorumluluk almak istediğinde arkasından neler çevrildiğine tanıklık ettim.
“Kaza ve kader tabirleri Arapçadır, Türkleri alakadar etmez” diyen M.Kemal Atatürk’ümüzü saygıyla anıyor, gençlik ve spor bayramımızı kutluyorum.” şeklinde 19 Mayıs mesajına karşılık veren cahil emekli öğretmenle tanıştım. Bu cümleye karşılık bağlaçları birleşik yazarak Atatürk’ün kafir olmadığını söylemek isteyişiyle dondum kaldım. Tabii ki kafir değildi ama bu cümleden nasıl onu çıkardın be cahil?! Kısacası, daha okuduğunu anlamadan emekli olan öğretmenlerin yıllarca bu ülkenin öğrencilerine ne anlatabileceğini düşündüm durdum. Üzülerek.
Söyledikleriyle davranışları uyuşmayan “büyük”leri de unutmamak lazım…
Mide bulandırıcı daha birçok şey…
Ne memleket ne de buralarda bir umut var. Güzel şeyler de olmuyor değil. Güzel insanlar da yok değil. Fakat o kadar çok tiksindim ki iyimserlikten uzaklaştım sanırım.
Tüm bunlar sizce de yaşamın içini boşaltmıyor mu?
Çevrenizde bu kadar kötü niyetli, cahil, yalancı, iki yüzlü ve bencil insanlar gerçekten yok mu? Varsa bu insanların arasında olmaktan mutsuz değil misiniz?
Yoksa ülkede ve millette bir sorun yok da sorun bende mi?..
Hayat, çoğu zaman cevabını veremediğimiz sorularla dolu. Hattâ belki hayatın kendisi tanımını yapamadığımız bir şey olamaz mı? Mühim olan yaşamak, görmek.
Dünyamız, insanımız her gün bir adım daha duyarsızlaşıyor. “Biz”den olmayana gözümüzü kapatıyor, sözcüklerimizi sakınıyoruz. Ölen insan sayısı bile ürpertmiyor içimizi. Birkaç yıl evvel birkaç kişinin ölüm haberi yüreklerimizi burkarken bugün üç yüz kişinin ölüm haberi elimizden telefonu düşürüp bir dua etmemize bile vesile olmuyor.