Bazı şeylerin değiştiğini görmek zaman alır ancak bazı şeylerin değişmediğini görmek daha çok zaman alır. Aslında bu, hangisini görmeyi daha çok istemenize bağlıdır. Ve hangisini daha çabuk görmek istemenize de…
Süregelen alışkanlıklarınız, değer yargılarınız, yaşam tarzınızdaki detaylar gibi binlerce olgu değişime açıktır. Bu olgular ne kadar değişime açık olurlarsa bir o kadar da değişime karşı kendilerini korurlar. Ancak bu korumayı siz, istediğiniz zaman kaldırabilir ya da daha da güçlendirebilirsiniz. İşte burada sizin müdahaleniz, farkında olarak ya da olmayarak “belirli bir yönde” verdiğiniz karar kendisini gösterir. Bu durum, “ben bunu söyle istiyorum” cümlesinin gerçekleşmiş halidir.
Peki ya müdahale edemediğimiz süregelenlerimiz?
Bunlar tamamen manevî olgulardır. Üzüntü, sevinç, özlem, sinir… Hemen her gün onlarcasında farkında olmadan oynadığınız, her biri hayattan bir parçası olan sahneler: Bir buluşma sahnesindeki sevinç, bir ayrılık sahnesindeki üzüntü, bir kaza sahnesindeki korku… Kimimizde 1 saniye, kimimizde ise saatlerce süren duygular. Hatta üzerinden herhangi bir süre geçmiş olduğunda hatırlayarak “anı” ismini verdiğimiz durumların çıkış noktaları bunlar. Bir yerde Lost’taki, Prison Break’deki ya da Fringe’deki gibi “Previously on My Life” durumları.
Gelin bu durumları biraz özelleştirelim. Özellikle çocukluğumuzda kazandığımız bazı anıların bizim isteğimiz dışında ortaya çıkması durumu demek istediğim. Cümle biraz yabancı gelmiş olabilir ancak büyük olasılıkla bu konuda çok tanıdık anılarınız bulunuyor. Bir yakınınızın vefatı, çocukken evinizde çıkmış bir yangın ya da kaybettiğiniz ilk evcil hayvanınız… Tüm bu anılar zihninizde ve genellikle siz kamera demeden tekrar oynanıyor… İşin garip kısmı, bu anıları kaydeden cihaz, o anki hisleri de kaydediyor!
Allah’a şükür çocukluğumda çok ağır bir hüzün yaşamadım. Ancak bazı anılarımın içindeki hisler, anılarımın da ötesinde bir ağırlığa sahipler. Bu anılarımın başında, çocukluğumun geçtiği Söke’den bir anı var. İlkokulun ilk yıllarında Huzur Sitesi’nde yanlış hatırlamıyorsam 16. Blok 8. Dairede oturuyorduk. Çok şirin bir evdi. Yazları Ordu’ya giderdik ancak yazın bir kısmı da Söke’de geçerdi. Söke’de geçen kısımlar çok ama çok sıkıcı olurdu. Zira Öğleden sonra 1 ile 5 arası kavurucu bir sıcak yaşanırdı. Şehrin insanları ya evlerine çekilip kapıların, pencerelerin cereyan etmesini bekler ya da yakınlardaki Kuşadası’na, Didim’e, Davutlar’a, Güzelçamlı’ya serinlemeye giderdi. Nadir de olsa, biz de giderdik. Gitmediğimiz zamanlarda sokakta oyun oynamaya 6 gibi çıkabilirdim. Aşırı sıcaklar yüzünden daha önce çıkmam yasaktı. Saat 6’ya kadar bazen arka pencereden parkta oynayan var mı diye bakar, birini gördüğümde “bak anne oynayanlar var” diye baskı yapardım. Annem ise yaptığı kısırla beni eve bağlamaya çalışırdı.
Tüm bu hatıramın ana konusu ise, herkesin elini ayağını çektiği o kavurucu ikindi saatlerinde benim odanın içinde olmaktan sıkılıp sık sık balkona gitmem ve korkuluğun üstüne çenemi dayayıp “acaba insanlar ne yapıyor?” sorusunu kendime sormam ve olasılıkları hesaplamam. Her balkona çıkışım, kimsesiz ve sıcak rüzgârların okşadığı sokaklara bakıp hissettiğim yalnızlık hissi ise bu anımın hapsolmuş duygusu…
Ve şimdi ne zaman gün sıcak, evde kimse yok ve zaman ikindi ise ben kendimi çok ama çok ağır bir yalnızlık içinde bulurum! Ve maalesef buna hiçbir zaman “müdahale” edemem…