2 günde yaklaşık 10 saat uyumanın ve son 3 gündür çalışmanın verdiği yorgunlukla attım kendimi Fatih Ekspresi’ne. Tren yolculuğunu otobüs yolculuğundan daha çok seviyorum. Çünkü trende yolculuk etmek otobüsle yolculuk etmekten çok daha rahat. Evet otobüs daha çabuk geliyor ama nasıl olsa ölü zamanda geldiğim için bu o kadar da mühim değil. Bu arada ölü zamandan kastım, 23:30 da binip 7:40 gibi Haydarpaşa’da oluyorum. Otobüsün kalkış saatinin aynı olduğunu düşünürsek gelişim 5 gibi bir vakitte olacak. Ama saat 5’te Esenler’de olmanın nasıl bir cazibesi olabilir ki. Daha da kötüsü o saatten sonra trafiğe çıkmakla uğraşmak çekilecek şey olmasa gerek…
Dediğim gibi iş çıkışı, 23:30 Ankara-Haydarpaşa seferini yapan Fatih Ekspresi’nin yolunu tuttum ve 1 numaralı vagona bindim. Uçaklardaki mantığın aksine 1 numaralı vagon trenin en kötü vagonuydu 🙂 Zira 3 numaralı vagondan trene bindim ve 1 numaraya kadar yürüdüm. Koltuklar, hava sıcaklığı, gittikçe değişiyordu. Sabah üstümde sadece t-shirtle oturmama sebep olacak vagonuma geldim. Bir süre sonra tren hareket edince hafiften tırsmama sebep olan o parıltılar dikkatimi çekti. Lokomotifin paralelinde sanki flaşlar patlıyordu. O sırada aklıma birkaç eski tren kazası geldi. Görgü tanıkları muhabire genellikle şunları demişlerdi: “Bizim vagonda pek bir şey yok ama ön vagonlarda ağır hasarlar var…” HÖNK! Yanımdan geçen TCDD görevlilerinin yüz ifadelerinden bir şeyler sezmeye çalışıyorum ki kimsenin oralı bile olmadığını, bu flaşların (daha doğru her neyselerin) sıradan olduğunu düşünmeye başladım. Duamı da eksik etmedim tabii 🙂
Yorgunluğumdan uzaklaşmak ve uykuya dalmak için her ne kadar hiçbir şeye ihtiyacım olmasa da Farid Farjad’ın kemanına hayır diyemezdim. Uyandığımda saat 2:54 idi. Hatırlamam gereken birçok şeyde zorlanırken bu tip anlık olguları hatırlamam daha kolay oluyor. Saat 2:54 ve telefonun hücresel yayını bulunduğumuz yerin adının “Pamukova” olduğunu yazıyordu. Ne! Pamukova mı?! Trene binerken dikkatimi çeken flaşlar yine gözümün önüne geldi. Hatta birkaç saniye sonra gözümün önünde belirdi. Neyse ki tüm bu denk gelişlerin herhangi bir kötü durumun habercisi olmadı. Yine uykuya daldım ve tren Pendik İstasyonu’ndan geçerken uyandım. Kartal, Bostancı ve Haydarpaşa…
Bu kez o güzel binanın içine girmeden kestirmeden Kadıköy İskelesi’ne doğru yola koyuldum. Yolun ayaklarda kısa süreli bir şişmeye sebep olduğunu herkes bilir, ama bilmek ile hissetmek farklıdır. Ve konu ayak şişkinliğinden kaynaklanan bir ayakkabı sıkması ise canınız yanar. Ankara’da olmayan deniz, martı seslerinden birkaç parça kopararak 8:15 Beşiktaş Vapuru’na yetiştim. Güverteye oturup, martılara simit ve “Çizi” veren insanları görünce bir kere daha anladım ki, denizi olan şehrin günlük yaşam kültürleri ile mat bir havaya, binalara ve insanlara sahip bir şehrin kültürü arasında çok büyük farklar var.
İstanbul gibi bir şehirde yaşamalıyım…
Beşiktaş’a geldiğimde, meydanın yanında beni beklediğini bildiğim o güzel kızın yayına gittim. Ve gitmek fiilinin adı gelmek oldu!
Eşyalarımızı arabaya bırakıp metronun yolunu tutup Harbiye’ye, iş yerinin olduğu semte geldik. Güzel ve özlem kelimesindeki “m, e, l, z ve ö” harflerinin sırayla silinmesini sağlayan kahvaltımızı yaptık. O güzel kızı ofisine bıraktım. Ve şu anda sadece 5 dakikalık bir uzaklıkta…
Evin dışında ve hayatımdan bir kesitin ilk kez bu kadar çok yer aldığı bu yazıyı bitirmem gerekiyor. Çünkü o hoş bayanı yemeğe çıkarmak için kalkmalıyım…